21 Mayıs 2007 Pazartesi

20 Mayıs 2007 Pazar

Elit Dönüşümü: Jöntürkler Örneği


Türkiye, doğu ve batı arasındaki kritik konumu dolayısıyla hala bir Soğuk Savaş kuşatması altındadır.Bu soğuk savaş, ancak ve sadece içerden başlatılacak bir elit dönüşümü süreci sayesinde ve bu sürecin bir sonucu olarak yeni fikir ve projelerin gündeme getirilmesi dolayımıyla aşılacaktır. Bu anlamda , toplumsal hegemonya çeperi olarak resmi ve sivil alanların kanaat önderleri ve karar vericileri anlamında 'elit' , sadece politik olanın değil, kültürel ve ekonomik düzenin dönüşümü için de kilit bir anlama sahiptir.
Weberyen anlamda patrimonyal (pederşahi) ve yarı kutsal- değişmez elitlerin egemenliğine alışkın bir siyasal geleneğin içinden radikal bir elit dönüşümü için tarihimiz içerisinde iki önemli örnek verebiliriz. İlki, İstanbulun fethi sonrasında Fatih dönemiyle başlayan ve imparatorluğun son dönemlerine kadar süren devşirme sistemi üzerinden gerçekleşen yukardan dönüşüm; İkincisi ise Tanzimata tepki olarak doğan ve Cumhuriyetin kuruluşuyla sonuçlanan Jöntürk kuşaklarının aşağıdan gerçekleştirdiği dönüşümdür.
İlk elit dönüşümü , Anadolu beyliklerinin konfedere birliği halindeki Osmanlı devleti modelini dönüştürerek emperyal özellikte (ama içkin olarak Müslüman/Türk karakterli) bir devlet yapısını inşa etmiştir.
İkinci dönüşüm ise, devşirme modelinin yozlaşmasının üzerine binen yeniçeriliğin ilgası ve Tanzimat reformlarının doğurduğu kozmopolit elit yapısını dönüştürüp Sünni/Türk karakterli ve bir anlamda halkçı bir elit yaratarak ulus-devleti inşa etmiştir. Devşirme modelini bu yazının kapsamı dışında tutarsak, Jöntürklerin sahneye çıkışı ve 600 yıllık bir düzenin çöküşünü engellemek ve milletin varlık ve bekası için devlete rağmen (ve devletinde gücünü kullanarak) ülkeyi dönüştürmesiniı , bugün için anlamlı sayılabilecek ilginç bir örnek bir model olarak inceleyebilkiriz. Jöntürklerin analizi,sadece bir örnek elit dönüşümü açısından değil, ülkemizin derin iktidar bileşenleri ve oyun kuralları açısından da oldukça verimli ipuçları ile doludur.
Jöntürklerin sahneye çıkışı
Osmanlı'nın çöküş sürecinde III. Selim'den beri devam eden yenilenme çabaları , Fransa etkisiyle 1826'da Yeniçeriliğin ılgası, İngiltere etkisiyle 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanları örneklerinde olduğu gibi, Düvel-i muazzama'nın 'gözetim ve denetimine' girmişti. II. Mahmut'un yeniçeriliği kaldırması dışında, görüntü ve kabuk değiştirme düzeyinde süren yenilik çabaları, her defasında yeni sorunlar yaratan fasit bir daireye dönmüştü; gayri müslimlerin eşitlik hakları ayrılıkçı eğilimleri güçlendiriyor, orduyu yenileme gayretleri ise borçlanma yoluyla, ordunun karşısında kullanılacağı Batılı güçlere bağımlılığı pekiştiriyordu.İngiltere açısından Hindistan yolunun güvenliği ve Rusya ile Almanya'nın denizlere açılmaması için, 1900 'lere kadar Osmanlının 'hasta adam' halinde yaşaması gerekiyordu.Bu politika gereği batılı devletler tarafından hem reform çabaları destekleniyor, hem de yıpratma ve zayıflatma politikaları uygulanıyordu. Fransa için de çapı ölçüsünde benzer bir politika sözkonusuydu. Osmanlı devletinin İngiltere ve Rusya'yı dengeleme politikası gereği Fransa kollanıyor ve yenilenme prototipi olarak ayrıca taklit ediliyordu.İşte bu vasatta, tarihçilerin 'Yeni Osmanlılar' olarak isimlendirdiği ilk aydın kuşağı sahneye çıktı. Mithat paşa, Namık Kemal, Ziya paşa, Şinasi ve sonradan Ali Suavi ve Mizancı Murat gibi isimlerin öncülüğünde başlayan muhalif çizgi sonraki bütün jöntürk kuşaklarının eylem ve söylemine damgasını vurdu.1865'te Namık Kemal ve beş arkadaşının Belgrad ormanlarında kurduğu İttifak-ı Vatan cemiyeti, İtalyan Carbonari hareketinden esinlenen ilk gizli cemiyetti.Tasvir-i Efkar, İbret, Muhbir, Mizan gibi yayınlar ise, okuma yazma bilen efkar-ı umumiyeye hitap eden ilk propaganda faaliyetiydi. Namık Kemalin 'vatan' ve 'hürriyet' temalı şiirleri, özellikle 1873'te sahnelenen 'Vatan yahut Silistre' piyesi, genç nesli saran muazzam bir heyecan dalgası yaratıyordu.Bu kuşak, Mısır Hidivi olamadığı için padişah Abdulaziz'le kişisel kavgası olan Mustafa Fazıl Paşanın himayesi ve Fransız sefaretinin yardımıyla Paris'e gitmiş, ardından M. Fazıl paşanın padişahla anlaşıp desteği kesmesi üzerine İstanbul'a dönüp devlet görevleri almış, sonra tekrar sürgün edilmiştir. Bu serüven, Aydın ve dava adamlığının bugüne de ışık tutan bazı özelliklerini mayalamıştır; Devletten himaye arama, bulamayınca devlet dışı bir güce yada yabancı bir devlete sığınma, yani her halükarda üstün bir güce intisap etme ihtiyacı duymak. Bu tutum, esasen güç birikimi anlayışının tabii sonucuydu. Zira Yeni Osmanlılar, içinde büyüdükleri kadim devletin gücünü iyi tanıyor ve ona denk bir güç sahibi olmanın yollarını arıyorlardı. Bu anlamda, himayecilik, jöntürkler için bir tür kuvvet çarpanı olarak bilinçli şekilde tercih ediliyordu.Mithat paşa'nın Abdulaziz'i devirip önce V. Murad'ı, ardından II. Abdulhamid'i tahta çıkarması ile birlikte yeni Osmanlılar kısa bir ümide kapılmışlardı. Namık Kemal, Ziya paşa ve Şinasi'nin de bulunduğu bir komisyon, Kanun-i Esasi taslağını hazırladı. Ancak Abdülhamit, Mithat paşa korkusu nedeniyle 1877 de Rusya ile savaşı bahane ederek bu ilk anayasayı rafa kaldırdı. Mithat paşa ise önce sürgün edildi, ardından 1884'te, Abdulaziz'i öldürtmekle suçlandı ve Taif'te boğularak öldürüldü. Böylece 30 yıl sürecek istibdat dönemiyle birlikte, Jöntürklerin serüveni yeni bir safhaya girdi.Tanzimat'ın üç ünlü paşası, İngiliz eğilimli Reşit, Fransız eğilimli Ali ve Fuat paşalar döneminde muhalefete başlayan Yeni Osmanlıların Devletle ilişkileri bir tür Baba-Oğul ilişkisi tarzında gelişti. Hem paşazade kökenleri, hem de devlet memuru olmaları nedeniyle olsa gerek, devletle ve aynı anlamdaki Padişahla kurdukları aşk-nefret ilişkisi, herhalde o dönem için sadece Osmanlı muhaliflerine özgüydü.Öyle ki, Mithat Cemal Kuntay'ın aktardığı şekliyle, "..Fuat paşa, Tasvir-i Efkar muharriri Namık kemal beyi, altında ağlamak şartıyla asmak istiyordu." Fuat paşanın bu ilk muhalif kuşağa bakışaçısı, o günden beri adeta devletin politikası oldu. Reform, yenilik ve değişim talebiyle ortaya çıkan her muhalif kuşağı devlet, idam, hapis yada sürgün ederek 'ağladı'.Yeni Osmanlıların devletle, devletin de ilk 'yaramaz çocukları' ile ilişkisi, Nietzsche'nin Platon'un 'devlet'i üzerine söylediği "Devlet, bir kuşağın tinsel enerjisini, ancak varolan kurumların çıkarlarına hizmet edecek bir biçimde serbest bırakır" sözünü doğrulayacak nitelikte idi. Yani değişen dünya koşullarını 'hissederek 'çökeceğini anlayan 'devlet aklı', en yetenekli çocuklarını sahneye çıkartıyor ama -yeni olan herşey karşısında olduğu gibi- sınırlarını ve sonuçlarını 'denetlemekte' zorlanıyordu. Aynı şekilde genç muhalifler de, Fransız devriminin yıkıcı ve yeniden kurucu sloganlarını, kadim Osmanlı mülkünün bekasına göre uyarlamak gibi paradoksal bir zihniyet ve gaye peşinde idiler.Macar kökenli Türkiyatçı A. Vambery'nin Jöntürkler için yaptığı değerlendirme, bu paradoksu yeteri kadar açık tavsif ediyor:"..saatlerce kendileriyle görüştüm. Ecdatları için besledikleri hayranlık ve hürmet, hükümdara karşı duydukları hürmete muadil idi. Vakıa ihtilalci idiler, fakat 'sadık' ihtilalci .. O saf Almanlara benziyorlardı, ki memleketlerinde cumhuriyetin tesisini isterler, lakin başında bir Grandük bulunmak şartıyla..."(Aktaran Y. Küçük, Aydın üzerine tezler, C. 2, s. 178)K. Marx, "insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama devraldıkları koşullar içinde" diyor. Jöntürkler, bir askeri tarım imparatorluğunun kadim düzeni 'içinde' durarak, ama ilk defa hanedan dışında tarihe müdahale etmenin örneği idiler. Osmanlı mülkünün sahibi olarak hanedanlığın bu ilk ve modern sorgulanması, tabii olarak naif ve sınırlı bir perspektife sahipti. Örneğin vatan, millet ve hürriyet kavramlarına yüklenen anlam ve yapılan aşırı vurgu, aslında dolaylı bir hanedan eleştirisiydi. Sultan-ı şahane uğruna yaşamaya ve ölmeye alışkın kul toplumunda, bu tek mutlak gücü anmadan, asıl Mülk sahibine (millete) ve Mülk'ün bizatihi kendisine (Devlete ve Vatana) vurgu yapmak, o dönem için hem bir ilkti , hem de cesur bir eleştiri denemesiydi. Bu dolaylı çağrışımlar, imalar ve semboller usülüyle geliştirilen muhalif söylem, Türk siyasal geleneğinin temel dili olarak bugünlere kadar gelişerek devam etti. Yeni Osmanlıların dönemin şartlarıyla sınırlı ufku ve devletle ilişki tarzları, hem pratik hem de teorik düzeyde bir diğer jöntürk özelliği olan pragmatizmin mayalanmasını sağladı. 'Dalalet ve gaflet içindeki hanedanlığa rağmen, bir an önce çöküşü durdurmak için reformlar yapmak' şeklinde özetlenebilecek fikri istidat, bütün ilhamı veren Avrupa semalarından, yeni olarak sadece acil addedilen fikirleri seçerek aldı. Öyle ki, sosyalizm, cumhuriyet, ulus, ulusal pazar gibi rüzgarların estiği Paris cafe ve salonlarından, jöntürklerin kulakları sadece 'hasta adamı' tedaviye yarayacak vatan, anayasa, meclis ve hürriyet seslerini algılıyordu.Jöntürklerin fikri yapılarının bu sığ ve eklektik karakteri, pratik sorunları acilen çözmeye dönük pragmatizmin ürünüydü. Aynı şekilde sürgünde dahi padişaha 'Layiha'lar hazırlayıp kabulünü bekleyen ve en küçük bir olumlu sinyal alınca yurda dönüp devlette memuriyete başlayan pratik tavırlarda, dönemin Avrupa, balkanlar ve Rusya'daki ihtilalci kadrolarıyla kıyaslandığında, anlaşılması mümkün ama kabulü zor bir kişilik yapısı görülmektedir.
MÜLTECİ MUHALEFET1889 yılında, Namık kemal'in şiirleri, Mithat paşanın trajik sonu ve Mizancı Murad'ın dersleriyle yetişen Tıbbiye ve Mülkiye öğrencileri, 'Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti'ni kurdu. İbrahim Temo, İshak Sukuti, Çerkez Mehmet Reşit, Abdullah Cevdet, Dr. Nazım ve Ahmet Rıza gibi isimlerin öncülüğünde kurulan ve sonradan 'İttihat ve Terakki' olarak ismini değiştiren Cemiyet, jöntürklerin ikinci kuşağının sahneye çıkışını ifade ediyordu. Osmanlı birliği perspektifi ve Abdülhamit istibdat'ına son vererek Anayasa ve Meclisi tekrar yürürlüğe koyma ülküsü etrafında şekillenen cemiyetin merkezi Selanik ve Paris'ti. Bu kuşak ile birlikte, yeni Osmanlılar kadar İstanbul'da ve devlet üzerinde etkili olamasa da, Jöntürklüğün sonraki tüm serüvenine damga vuran şiddet kullanımı, ayrışma ve iç çatışma, komitacılık ve yarı askeri kadro ve eylem karakteri gibi özelliklerin yeşermesi söz konusu oldu. 1908 meşrutiyet devrimine kadar, başta Selanik ve Paris olmak üzere, Manastır, Edirne, Kosova, Cenevre, Londra gibi merkezlerde faaliyet yürüten cemiyetin ideolojik dönüşümü ve parçalanması da bu döneme rastlar.Üslup ve yöntem olarak giderek keskinleşen muhalefet mensuplarının sınıfsal yapısındaki değişim de bu sürecin nedenlerinden biridir. Yeni kurulan Tıbbiye ve Mülkiye gibi okulların, ilk defa taşradan ve küçük memur, esnaf çocuklarından talebe almasıyla birlikte önce bu okullarda ve giderek devlet bürokrasisinde beyzadeler-taşralılar çelişki ve çatışması yaşandı. İttihat Terakkinin hızla örgütlendiği ilk sosyal küme, işte bu okullarda ki taşra kökenli talebelerdi. Böylece modern siyasal geleneğin sınıfsal karakteri ilk örneğini de üretmiş oldu. Bu sosyolojik dönüşüm, Prens Sabahattin vakasında keskin bir ayrışmaya neden oldu. Kendine özgü liberal tezleri olan Prens Sabahattin grubuyla, Paris'te İTC'nin yayın organı Meşveret'i çıkaran Ahmet Rıza grubu arasında 1902 kongresinde ihtilaf yaşandı. Ve Prens Sabahattin "Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet' cemiyetini kurarak İttihatçılarla yollarını ayırdı.Öte yandan, başta Fransa, İngiltere ve sonradan Almanya olmak üzere, batılı devletlerin jöntürk muhalefetini kullanmaya dönük eğilimleri ile ittihatçıların stratejik ve taktik himaye arayışının örtüşmesinden doğan karmaşık ilişkiler de bu döneme rastlar. Bir yandan etkisi abartılsa da Talat bey, Dr. Nazım , Emmanuel Karasu ve Abdullah Cevdet gibi isimler üzerinden masonik bağlantılar, öte yandan Osmanlı kimliğinin korunması amaçlı güçbirliği politikası gereği Ermeni, Sırp, Bulgar ve Makedon çeteleriyle kurulan ittifaklar, bu ilişkilerin karmaşıklığıyla orantılı bir kafa karışıklığına yolaçıyordu. İkinci jöntürk kuşağı, güçlenmek ve iktidara biraz daha yaklaşmakla birlikte, 'devlet'e ve millete yabancılaşma riski barındıran kritik bir kulvara giriyordu. Gizlilik ve komitacı faaliyet tarzının da etkisiyle esrarengiz bir güce ulaşan cemiyetin yayın organlarında pozitivist esintili makaleler yayınlanması, dini ve örfi değerlerin sorgulanması, özellikle Abdülhamid'in İttihat Terakki Cemiyeti (İTC) aleyhine propagandalarına malzeme veriyordu. Ancak yine de istibdada karşı olan ulema ve İslamcı aydınlardan da İTC mensuplarının olması nedeniyle ciddi bir meşruiyyet sorunu yaşanmıyordu. Gerçi jöntürkler konusunda neredeyse ittifakla kabul edilen pozitivist ve laik karakter, bugün örneğin herhangi bir İslamcı cemaatin ya da tarikatın pozitif ilimler ve teknoloji merakıyla kıyaslanamayacak kadar zayıf ve belirsizdi. Ama o gün için söylenen sözü Dine refere etmeyen her fikir, rahatlıkla din dışı ve din karşıtı olmakla itham edilebilmekteydi. Şüphesiz bunda saraya bağlı devletlü ulema ve meşayih'in etkisi büyüktü. Yine de İTC, giderek hem fikri çeşitlilik hem de iç hizipleşmeler anlamında bir tür 'cephe' örgütü haline gelmekteydi.Aynı şekilde bireysel ideolojik karakterde, eklektik olmanın ötesinde çelişik ve paradoksal bir hüviyete bürünüyordu. İTC önderleri aynı anda hem batıcı ve batı düşmanı, hem Osmanlıcı hem Türkçü, hem İslamcı hem pozitivist, hem milli hem kozmopolit bir çizgiyi savunabiliyorlardı. İttihatçılık bu yönüyle fikir ve ideolojiyi asıl amaca hizmet ettiği ölçüde ve fanatik olmadan savunabilme kabiliyeti anlamını kazandı.İTC'nin özellikle Selanik ve Manastırdaki öğrenciler ve askerler arasında güçlenmesi, şüphesiz Balkanlardaki toprak kayıpları ve ayrılıkçı eğilimler karşısında yaşanan çaresizliğin sonucuydu. Sanki Balkanlardaki fetihlerle büyüyen devlet, şimdi oradaki kayıplarla çöküyordu. Dolayısıyla sınırda başlayan çöküntüye karşı direniş eğilimi de aynı noktada güçleniyordu. Bu süreç İTC'nin yarı askeri karakter kazanması ve şiddeti bir araç olarak daha fazla kullanmaya başlamasını doğurdu.
SUYU ARAYAN ADAMLAR1907-1918 yılları arası, jöntürklerin ve Osmanlıların son devresidir. Bu dönemde İTC artık romantik bir mülteci hareketi olmaktan çıktı ve 600 yıllık hanedanlığın erkini paylaşan yeni bir iktidar bileşeni olarak denkleme yerleşti. Ancak daima geri planda kalarak sadrazam ve paşaları yönlendirmeye dayalı ittihatçılıkla özdeş bir iktidar oluş pratiği sergiledi. Bu yöntem aslında devleti yönetme yeteneği ve kadrolarına sahip olmamaktan kaynaklanıyordu. Ama kapalı olmanın verdiği kudreti olduğundan güçlü görünme kurnazlığıyla telif edebildikleri için, hep iktidarda kalmayı başardılar. Nitekim ilk seçimlerde politik hileler , Hürriyet ve İtilaf yada Ahrar fırkası gibi İTC muhalifi partilere karşı çeşitli baskı ve yıldırma taktikleri ve siyasi suikastler, İTC nin siyasi geleneğimize kazandırdığı yenilikler olarak tarihe geçti.Bu dönem, bir başka açıdan şiddetin, ayrışmanın, savaşmanın ve ölümün yıllarıdır. Trajedi, dram, acı, hüzün içiçedir. Devletin genetik kodlarına kadar nüfuz eden korkuların, kaygıların ve parçalanmanın yaşandığı dönemdir. Milletin bilinçaltına kazınan travmanın tahripkar kuşatması sözkonusudur. İşte bu dönemin sayfaları 1907'de Resneli Niyazi ve Enver Paşanın dağa çıkmasıyla başlar. 1908'de meşrutiyet ilanı bayram ve ümit rüzgarları estirir. 1909 31 Mart olayı sonunda Abdülhamit tahttan indirilir ve ittihatçılar fiilen iktidarı yönetmeye başlar. Trablusgarp işgali, Balkan savaşı ve 1. Dünya Harbi .. 1915 Ermeni ayaklanması ve tehcir, 1916 Çanakkale destanı ve 1918 mütareke ve işgal...Bizim tarihimizin en uzun on yılı böyle yaşanır.Bu yıllar politika sanatına bizim orijinal eylemlerimizi de ekler.Örneğin, Enver Paşa'nın kurdurduğu Teşkilat-ı Mahsusa, modern siyasi tarihin ilk beynelmilel operasyon örgütüdür. İttihatçılar, dünya savaşına girerken düşmanların bilmediği yeni bir silahı, yaygın ve gayrı nizami savaşı sahneye sürmüştür.İngiltere ve Rusya'ya karşı, başta Anadolu ve Trakya olmak üzere, Ortadoğu, Kuzey Afrika, İran, Hindistan, Orta Asya, Uzak Asya ve Avrupa'da, istihbarat, karşı casusluk, gerilla savaşı, yerel direnişlerin organizasyonu, propaganda ve ajitasyon faaliyetleri gibi çok boyutlu bir mücadeleye girişen Teşkilatın ilk görev dağılımı, olayın boyutu hakkında yeterli bir fikir verir: Süleyman Askeri, İngilizlere karşı Irak'a, Enver Paşa'nın kardeşi Nuri Paşa, Senusilerle birlikte Trablusgarp'a ve Mısıra, Halil Paşa Rusya'ya karşı Kafkasya'ya, Rauf Orbay İngilizlere karşı Afganistan'a, Kazım Karabekir Rusya'ya karşı Tahranı işgal etmek üzere İran'a görevlendirilmişti. Libya'da Abdulaziz el Senusi, Cezayir'de Şerif Burgiba (Habib Burgiba'nın babası) ve Emir Abdulkadir, Mısırda Aziz Ali, Suriye de Şekip Aslan gibi Türkistan'dan Tunus'a, Hindistan'dan Hicaza kadar, her bölgenin önde gelen dini, siyasi ve aşiret liderlerinin çoğu teşkilat mensubu ya da destekçisiydiler.Teşkilat, Trakya'da Edirne'nin işgali tehlikesine karşı 1913'te göstermelik bir Cumhuriyet kurmaktan, Kuzey Afrika'da gerilla savaşı organizesine, o dönemde yeni oluşan İrlanda Kurtuluş Ordusuna lojistik destek göndermekten, Abdurreşit İbrahim kanalıyla Filipinler, Malezya ve Japonya'da propaganda faaliyetine, silah ve mühimmat temininden, casusluk etkinliklerine kadar, Osmanlı ufkunun dahi ötesinde çok yönlü bir savaş pratiği geliştirmişti.Dünya Savaşı'nı Almanya'nın kaybetmesiyle birlikte yenik sayılan İstanbul'un işgali sırasında, Karakol Teşkilatını kurarak Anadolu'ya silah ve kadro sevk etmişti ve Kuva-yı Milliye, Kuva-yı Seyyare , Müdafaa-yı Hukuk gibi yerel direniş odaklarının örgütlenmesinde de teşkilat mensuplarının rolü büyüktü.Enver paşa Türkiye'den ayrılırken Teşkilatı Hüsamettin Ertürk'ün liderliğine bıraktı ve ismini 'Umumu alem İslam ihtilal Teşkilatı "olarak değiştirdi.1950'li yıllarda Türkiye'deki Amerikan görevlisi P. H. Stoddard, muhtemelen CIA'nın soğuk savaş dönemi hazırlığı içinde olduğu bir zamanda, Teşkilat-ı Mahsusa konulu bir tez çalışması yapar ve kurucu liderlerden Kuşçubaşı Eşref'i bularak Teşkilat hakkında bilgiler alır. Kuşçubaşı'nın Stoddard'a söyledikleri, dönemin atmosferi ve teşkilat kadroları hakkında aydınlatıcı izler taşımaktadır:"Osmanlı devleti içinde gaye ve fikir birliği yapmak, bütün Türkleri bir bayrak ve bir devlet telakkisi altında birleştirmek, temsil ettiğimiz manevi iman nizamı olan müslümanlığı takip edilecek harici siyasetin müteessir kuvveti haline koymak ve bunun kadrosunu yetiştirmek gayesiyle Teşkilatı mahsusa kurulmuştu..."içimizden kimsenin kaybedecek birşeyi yoktu. Davamızın haklı olduğuna ve çalışmalarımızın mühim olduğuna inanmıştık. Sonunda kazanamayacak oluşumuzu gözardı etmeye meyyaldik. Hiç değilse harbin sonunda etrafımızdaki dünya çökmeden, ufak tefek birkaç zafer kazanabilirdik .. Durmadan çalıştık .. Bu işe gönül vermiştik .. Mantık ne derse desin .. Hiç bir zaman filozof ya da siyasetçi olmadım ve bu işten iyi dostlar, yara izleri ve kalça çıkığı, birkaç madalya ve memleketim için çok iyi döğüştüğümü bilmenin verdiği manevi tatmin dışında hiçbirşey elde etmedim..." (P. H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, İst. 1957)1918-1922 Yılları arasında, Jöntürklük yenilgiyi kabullenmedi ve birbirini tamamlayan iki ayrı koldan tekrar direnişe geçti. İçeride, yani son kale olan Anadolu'da, Mustafa Kemal önderliğinde Milli Mücadele, ve dışarıda, yani Asya'da Enver paşa ve diğer İttihatçıların önderliğinde Pantürkist ve Panislamist özellikli anti emperyalist mücadele başladı. Mustafa Kemal ve Enver Paşa'nın kişisel çekişmesi ve rekabetini içerse de , bu iki farklı yol aslında birbirini tamamlıyor ve Anadolu'da yeni bir devletin kurulmasının şartlarını hazırlıyordu. Enver Paşa ve İttihatçılar, bir yandan yeni Sovyet rejimiyle diyaloga girerek hem Sovyetlerin İngiltere'ye karşı Almanya ile ittifak yapması için diplomasi yürütüyor, hem de Anadolu'da süren mücadeleye ve Asya'da başlatılacak anti-İngiliz ihtilallere Sovyet desteğini sağlamaya çalışıyordu. Sonuçta M. Kemal'in temsil ettiği , mantık ve realizme dayalı seçenek başarılı olsa da, Enver efsanesinin bütün Asya'da ve İslam aleminde başına bela olacağından korkan İngiltere'nin M. Kemal liderliğindeki Ankara hükümetine ve yeni Türkiye cumhuriyetine 'razı' olmasında Enverizm'in varlığının payı büyüktür. Nitekim İngiltere, Sovyetlerle anlaşma yolunu seçerek 1921 Mart ayında anlaşma yapmış, Sovyetlerin anti İngiliz hareketlere desteğinin kesilmesini şart koşmuştur. Bu antlaşma, dolaylı olarak yeni Türkiye hükümetini de kabullenmenin yolunu açmış ve sonuçta İngiltere Yunan'lılardan desteğini çekerek Ankara hükümetini tanımıştır.Sovyetlerin İngilizlerle anlaşması, Enverist seçeneğin kaybettiğini kesinleştirmişti. İngiltere, anlaşma yaptıktan hemen sonra Rusya'ya nota vererek, Afganistan'da İngiltere aleyhine faaliyetlerde bulunan Cemal Paşa'ya Rus desteğinin sona ermesini istemişti. Sovyet liderlerinin 'nefes almak' bahanesiyle anti-emperyalist faaliyetlerden vazgeçme politikası hemen etkisini göstermiş ve Enver Paşa'nın faaliyetlerine karşı tedbirler alınmaya başlanmıştı. Yolun bittiğini anlayan ve Ruslar'dan hıncını almak amacıyla Türkistan'da Basmacı hareketini Ruslara karşı ayaklandırmak için uğraşan Enver paşa, Pamir dağlarında her zamanki cesareti ile adeta intihar saldırısı olarak aktarılan bir çarpışmada şehit düştü. Cemal ve Talat paşa, ermeni suikastçiler tarafından katledildiler. Bazı ittihatçı kadrolar, M. Kemal tarafından sürgün edildi. Geri kalanlardan bazıları ise 1926 yılında Atatürk'e suikast olayı bahanesiyle idam edildiler. Böylece jöntürk çizgisi, yenilgisi ve tasfiyesiyle dahi yeni bir cumhuriyetin kuruluşuna hizmet ederek, amacına ulaşmış bir şekilde fiziken tasfiye edilmiş oldu. Kemalist kadrolar, yaşanan travma ve çöküşü ittihatçıların Almanya safında bir oldu bitti ile savaşa girmesine bağlamak suretiyle tasfiyeyi haklı çıkarıyorlardı, ama aslında en ciddi rakiplerinden kurtulmuş oldular. Tarihi bir belge olmamakla birlikte, Şeyh Sait isyanı'ndan sonra ve tabi isyanın 'etkisiyle' Musul'a el koyan İngiltere'nin, bir yan istek olarak son İttihatçıların tasfiyesini de dayatmış olması ihtimal dahilindedir.
sonuçta, 1826'da Fransa'nın arzusu yönünde yeniçeriliğin kanlı tasfiyesi gibi, tam yüz yıl sonra 1926'da İngilizlerin arzusu yönünde İttihatçılık tasfiye edildi. Genç Cumhuriyet, milletin varlık ve bekası davasında Osmanlı çınarının köklerinden filizlenen yeni bir damar halinde yoluna koyuldu.
JÖNTÜRKLER NEDEN KAYBETTİ?
Kemalist kadroların ittihatçılara yönelik suçlamalarında haklılık payı elbette vardı. Mustafa Kemalin Enver Paşa çizgisine yönelik maceracılık nitelemesi, sonuçta doğrulandı. Ancak Almanya'nın Ostpolitik(Doğu'ya doğru) siyasetinin peşine takılmak kendi başına bir hata olarak kabul edilse de eksik kalmaktadır. Bu hatayı da doğuran ve aslında başından beri bütün jöntürk çizgisine egemen olan bir zaaf, bizce İttihatçılığın temel hatasıydı: Jöntürkler, İngiliz emperyalizmini ve ekonomi-politiğini kavrayamamışlardı ve bu nedenle gücünü de küçümsemişlerdi. Bütün batı seyahatlerinde, doğunun geri kalmasını kötü yönetimlerde, batının ilerlemesini yeni politik araçlarda gören fikri sabitelerini pekiştirecek malzemelerle donandılar. Belki de padişah ve devletle olan o bize özgü ilişki tarzının etkisiyle, sadece devleti ve doğru ya da yanlış politikaları eksen alıyorlardı. Oysa İngiltere, daha doğrusu asıl adıyla Britanya, İspanyol, Portekiz ve Hollanda emperyalizminin devamı ama yeni ve daha orijinal bir örneği olarak ekonomi-politik bir güçtü. Doğulu zihnin askeri-dini temelli güç algılamasının sınırlarını aşan ve mutlaka yeni olguları ifade eden kavramlar ve araçlar yoluyla anlaşılması mümkün olan bu gerçeğin , jöntürkler tarafından ıskalanması, sadece Britanya politikalarının değil, içerde sürdürülen reform taleplerinin de eksikli ve paradoksal olmasının, dolayısıyla başarısızlığın temel nedeniydi. Salt iktidar hedefi ve yine iktidarın askeri tarzda kullanımıyla büyük güçlere direnme yönteminin yenilgiyle sonuçlanacağını kestirmek , o gün ve jöntürk psikolojisiyle kavranması imkansız bir şeydi. Öyle ki, 1900'lü yılların başında petrolün sanayi hammaddesi olarak kullanılacağının anlaşılması üzerine, Hind yolunun güvenliği politikasını terkedip, Ortadoğu'nun ele geçirilmesi politikasına yönelen İngiltere'ye karşı, hem devletin hem de jöntürklerin eski algılama ve anlayışlarını değiştirmemelerin de, bu imkansız olan neden yatıyordu; Devlet'te, Jöntürkler de Fransız devrimine kilitlenmiş ve sanayi devrimini ıskalamışlardı. Göremedikleri şuydu; çöken Osmanlı imparatorluğu değil, tarıma dayalı askeri düzenlerin tümüydü.Jöntürklerin ve devletin savaştığı düşman, esasta bilinçaltlarında yaşayan geçmişin haçlı-Moskof karışımı bir heyülaydı. Gerçekte ise karşılarında, hammadde, pazar, burjuvazi, ucuz işgücü, kentleşme, bilimsel ve teknolojik ilerleme, sömürü, sermaye birikimi gibi kavram ve olgular üzerinden anlaşılması mümkün yeni bir sürecin yarattığı somut bir düşman vardı. Sovyet devrimini gerçekleştiren kadro, sosyalizmin kazandırdığı diyalektik düşünme biçimi ve kapitalist emperyalizm gerçeğini kavradığı için , Jöntürklerle aynı koşullarda olmalarına rağmen, Rusya'yı yeni bir kabukla yine imparatorluk çapı ve gücünde tutmayı başarabilmişlerdi.Oysa, İttihatçıların Almanya tercihi dahi, kökleri daha derinde bulunan bir zihni yetersizliğin son örneği olarak salt askeri ittifak amaçlı bir tercihti: esas düşmanlardan biri olan Rusya ile savaşı kaçınılmaz görüyorlar ve Rusya'nın en yakın düşmanı olan Almanya ile ittifakı askeri stratejik bir tercih olarak seçiyorlardı. Oysa Almanya'nın kendisi dahi, emperyalist paylaşım kavgasına ekonomik politikaların zorunluluğu nedeniyle girmişti. Ve Osmanlı ile ittifakı, askeri değil ekonomik yayılma stratejisinin gereği olarak tercih etmişti.Jöntürklerin bütün eylemi ve söylemi, suyu tersine akıtmaya çalışmanın o trajik esintisini daima üzerinde taşıdı.Jöntürk çizgisi, kendinden öncekiyle yani Tanzimat'la çatışmış ve kendinden sonraki , yani Kemalizm tarafından aşılmıştır. Tanzimatçılar, Jöntürkleri , 'Osmanlıyı batıracaklar' diyerek engellemeye çalışmış, Kemalistler de 'Osmanlıyı batırdılar' diye suçlayarak tasfiye etmiştir. Oysa bizatihi jöntürklük, batışın ve çöküşün karşısında, hanedanlığı ve günü kurtarma peşindeki 'devlete rağmen' bir kurtuluş iradesi ve kurtarıcı figürü olarak sahneye çıkmıştı. Bu anlamda, Türk sağcılığı ve İslamcılığının da paylaştığı bu suçlamanın, gerçeği eksik kavrama eğilimini pekiştirmekten başka bir anlamı yoktur. Gerçek, çoğu tıbbiye kökenli jöntürklerin 'ölüyü' hasta sanarak biteviye tedavisiyle uğraşmalarıdır. Hataları ise, tedavinin yanlış yapılması değil, teşhisin yanlış koyulmasıdır. Ne var ki, onların vatanseverlik ve istikbale olan umutları, Osmanlının bittiğini kabullenememe duygusallığı ile birleşerek, sonuna kadar direnme yolunu tek seçenek haline getirmişti.
Jöntürkler hareketi, tarihimizde olup bitmiş ve anılarla yadedilecek bir olgu değildir. Bütün cumhuriyet dönemine şu veya bu şekilde damga vurmuş ve adeta temel siyasal esas ve usüllerin ekseni olarak yaşayagelmiştir. En önemlisi Osmanlı tarihi boyunca ilk defa devlet dışı ve millet kaynaklı bir elitin muktedir olmasını temsil etmeleridir.Jöntürk, temelde hanedan ve bağlılarının mutlakıyetine karşı, milletin devletini savunma davasıdır. Şerif Mardin'in tabiriyle, "seçkinlere karşı aşağıdan bakışın radikalizmidir".Bu bağlamda jöntürk, J. Habermas'ın kategorileştirmesiyle söylersek, 'Toplumun devletleşme talep ve arzusu'nun ideolojik ifadesidir. Politik temsilin, sosyal unsurların katılımıyla ve özerk bir tarzda-Anayasa ve meclis talepleri bağlamında-gerçekleşmesi davasıdır. Daha da ötesi, yüzlerce yıldır, Timur savaşı ve Şah İsmail olaylarından sonra adeta Anadolu'ya küserek kapılarını halka kapatmış olan Devlet'in politik küresini yeniden millete açma ve cumhuriyete/Demokrasiye giden yolun bu en köklü engelini kaldırma hareketidir.Jöntürkler, Osmanlı'nın kutsal düzeninin büyüsünü içerden bozan ve esasta millete ait olan Mülk'ün(devletin) gücünü kullanarak muktedir olan, milli iradenin seçkin öncüleridir. Yasak ve tabuları çiğneyip, artık bir zindana benzeyen düzenin duvarlarından yeni bir dünyaya pencere açmış, oradan ilk gördüklerini de içeriye aktararak değişme ve ilerlemenin ateşini tutuşturmuşlardır. Jöntürk, Kutsal otorite olan Sultan'ın çatık kaşlarından korkmayan ve ilk defa çürümüşlüğünü yüzüne vuran pervasızlıktır. Devlet'in ve Din'in bir hanedana tapulu olmasının ilk sorgulanması ve güç karşısında inatla doğruyu savunmanın zafere giden örneğidir. Jöntürk, bir büyük bunalım döneminde , kollektif vicdanın harekete geçmesi, varlık yokluk sınırında açığa çıkan derin reflekstir.Jöntürk, bir yönüyle jakobendir. İttihatçı jakobenliği, cahil ve çaresiz halk yığınlarına dayanmak yerine kendi gücüne dayanmak ve eksiğini de dışarıdan (devletten, devlet dışı güç sahiplerinden yada dış devletlerden) ödünç almak demektir. Jöntürklerin bir kadro hareketi olarak örgütlenmesi ve tepeden yönetme/yönlendirme tarzındaki politikaları, gücün bulunduğu yeri doğru tespit ederek en kısa yoldan devşirilmesi amacına matuftur. Güç, hiçbir zaman, özellikle de Osmanlı yıkılırken halkta olmadı. Güç, devletlerin elindeydi ve jöntürkler, başından sonuna kadar bu doğru adreslerin etrafında dolaştılar. Öyle ki, ittihatçıların yabancılarla ilişkisi dahi tekrar onlara karşı kullanılacak gücün biriktirilmesini amaçlıyordu. Bunu ne kadar sağlayabildikleri tartışılır. Fakat jöntürklerin hiç bir kanadının bir yabancı devlete ajanlık yaptıklarını hiçbir tarih yazmamaktadır. Jöntürklerin himaye ve ittifak anlayışı ve politikası, sui generis, kendine özgü bir karakter taşır. Örneğin Fransa'ya hem politik hem de ideolojik olarak yakın olan en kozmopolit kişiliklerden Ahmet Rıza, 1911 de borçlarını alamadığı için Midilli gümrüğünü işgal eden Fransa'ya karşı hem de Paris'te çıkardığı Meşveret gazetesinde ilk tepkiyi verir ve boykot kampanyası başlatır. Aynı şekilde, Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhak kararı ve İtalyanların Trablusgarb'ı işgali sırasında da halkı sokaklara döken ve boykot kampanyaları düzenleyenler, ittihatçılardır. Bu gibi, İngiliz, Fransız, Alman sefaretleriyle ilişkileri, irtibatları olsa da, son tahlilde jöntürkler dönemin tek milli güçleri idiler. Sonuçta bütün hayatlarını zaten yabancı güçlere karşı savaşmaya adamışlardı.Jöntürklerin Jakobenliği, halk düşmanlığı değil, basit bir ittihatçı pragmatizmin ürünüydü. Yani gücün bulunduğu yerde bulunmak ve oradan halk lehine reformları gerçekleştirmek niyetinin ifadesiydi. Bu anlamda ittihatçı Jakobenlik, halk için güç devşirme çabasından başka bir şey değildir.Yıllarca yeni nesillerin zihinlerine kazınan ittihatçı düşmanlığı, onların ajanlığı, masonluğu, Sabetaycılığı, din düşmanı oldukları, imparatorluğu batırdıkları türünden yalan ve tahrifatla dolu propagandalarla sürdürüldü. Bütün iddialarından vazgeçmiş ve diz çökmüş bir ülkeyi ayağa kaldırma davasının çilekeş kuşaklarının aslında tek suçları iradeleri dışında, tarihin akışına ters bir misyonu üstlenmeleri ve sonuçta 'yenilmeleri' idi.Üçüncü kuşak Jöntürklerden ve Teşkilat-ı Mahsusa mensubu Mehmet Akif'in İstiklal marşı , bu tür kara propagandaların esastan reddi ve eleştirisidir, aynı zamanda. Tarih, jöntürklerin bu ülke ve millet için verdiği mücadeleyi yazmakta ve onları hakettikleri yerlerinde muhafaza etmektedir.Milletin varlık ve iktidar davası , jöntürklük üzerine koyulmuş barikatları aşıp, asıl kökleriyle buluşacak milli demokrat bir damarın teorik ve pratik müdahalesi ile birlikte gelişecek ve muktedir olabilecektir. Jöntürk, sağ ve sol kozmopolitizmi dağıtma ve milli, modern, cumhuriyetçi ve demokrat Türkiyeciliği siyasetin merkezine yerleştirerek 'büyük oyunu' bozma politikasıdır.
NEGATİF SELEKSİYON'A KARŞI JÖNTÜRK MODELİ
Soğuk savaşın dayattığı sahte çatışmalar, bir tür negatif seleksiyona yol açarak idealist kuşakların tasfiyesine ve konformist unsurların elitleşmesine kapı açmıştır.Türkiye bu negatif elemenin diyetini siyasetin esnaflaşması, bürokrasinin otokrasiye dönüşmesi,sivil toplum örgütlerinin kariyerizm ve oportinizmin aracı haline gelmesi ile ödemektedir. Resmi ya da sivil kanaat önderleri, karar vericiler veya kamuoyu oluşturucuların büyük çoğunluğu negatif seleksiyon sayesinde köşe tutanlardan, yükselenlerden oluşmaktadır.Türkiyenin kılcal damarlarında dolaşan bu kirli kan temizlenmeden sorunların çözümü ya da yeninin ortaya çıkışı sağlanamayacaktır. Hiçbir kutsalı, davası, değer yargısı kalmamış unsurların köşe başlarını işgal ettiği bir ülkede, uluslarası sistemin dayatmalarına karşı devlet ya da millet düzeyinde direnebilecek bir odak yaratmak mümkün değildir. Öte yandan kırılmış ve küstürülmüş kuşakların hesabını soracak, bu yarayı tamir edecek ve en azından gelecek kuşaklar için kör idealizmle alçakça bir realizmden oluşan iki uç yanlışın dışında dengeli ve verimli bir politik bilinç modeli üretecek çabaların gelişmesi sağlanmalıdır.İşte bunun için, yeni bir dünya kurulmaktayken, yenilmeyen, yeniliği isteyen, Millet, Vatan, Ahlak, Adalet ve Özgürlük davasını tekrar bu ülkenin ana davası haline getirecek, devlet ve millet içindeki tüm namuslu, haysiyetli insanların, her fikir, etnisite, meşrep ve mezhepten Milli unsurların kollektif vicdanını buluşturacak bir yeni Jöntürk rüzgarı gerekiyor. Türkiye ancak böyle bir rüzgarın sahneye çıkaracağı yeni elitleriyle 'Türkiye olarak kalma' ve yeniden büyüme yoluna girebilir.

18 Nisan 2007 Çarşamba

Açık Mektup: 'ENVER' PASAYA

Enver Bey,
1970'li yılların ortalarında, ilkokul beşinci sınıftaydım. Son derece saf ve iyi niyetli bir Hasan öğretmenimiz vardı. Hep kederliydi ve çoğu zaman sabahları 'akşamdan kalma' bir vaziyette okula gelirdi. Derslerimiz onun sayesinde hep şamatayla geçerdi. Hasan öğretmen, sonradan elinden düşürmediği anahtarlığındaki 'Ecevit' resminden anladığım kadarıyla, CHP'li bir solcuydu. Onu çok severdik. Oda bizi severdi. Derslerde daima Atatürk'ü anlatırdı. Karatahtanın üstünde asılı Atatürk resmini işaret ederek "çocuklar bu sıralarda onun sayesinde oturduğumuzu unutmayın" derdi. Bir gün yine uzun uzun Atatürk'ten bahsetti. Vatanı nasıl kurtardığını, kahramanlıklarını, zekasını, devlet adamlığını...... Hiç unutmuyorum, giderek sertleşen bir ifadeyle, "aslında biz büyük bir ülkeydik", çocuklar" dedi. 'Büyük, daha büyük kahramanlarımız da vardı. Enver vardı mesela, Enver Paşa' dedi. Gözlerindeki o garip ifadeyi hala hatırlıyorum, öfke miydi, keder mi? "Enver'i büyüyünce tanıyacaksınız" dedi. "Şimdi anlatsam anlamazsınız, onu büyüyünce anlayacaksınız". Hasan öğretmenin o gün tam olarak ne kastettiğini anlamamıştım. Enver kim di? Neden büyüyünce tanıyacaktım, iyi bir adam mıydı, kötü mü?. Hasan öğretmen bir daha Enver'den bahsetmemişti. Ama içimize saldığı kışkırtıcı merak, varlığını hep sürdürdü.
Sonra, biz büyüdük, büyüdükçe Türkiye küçüldü. Öğrendik ki, ülke olarak yıllarca önce dramatik ama görkemli bir şekilde yenilmiştik. Yenilgiyi kabullenip elde kalanla övünenler, geçmişe bir çizgi çekmişti. Yenilgiyi kabullenemeyenler ise geçmişi diriltmek, yeniden kavuşmak ya da şimdiyi geçmişe bağlamak istiyordu. Bu iki tarafın farklı dil ve araçlarla süren tüketici kavgasının tam ortasın da bulmuştuk kendimizi. Yenilgi travması ekseninde süren bu kavganın taraflarının geçmişe dair uzlaştıkları tek bir konu vardı: Enver ve İttihatcılık düşmanlığı.
Kendisini Kemalist, Milliyetçi, Liberal, Solcu yada İslamcı olarak tanımlayan hemen her kesimin, konu 1908-1918 yılları arasına yani çöküş 'an'ına gelince aynı refleksi göstermesi ilginçti:'Enver Paşa ve İttihatçılar, koca İmparatorluğu batırmışlardı. Almanya'nın emperyalist emellerine alet olmuşlar, şiddet, darbe ve entrikayla devleti ele geçirip bir oldu bittiyle 1. Dünya Savaşına girmişlerdi. Cahil ve tecrübesizlerdi. Çoğunluğu Masondu ve perde arkasındaki Sabataycı- Yahudi dönmeler tarafından kullanılıyorlardı. Orduyu siyasete sokmuş ve 1913 Babıali baskını ile darbe geleneğini başlatmışlardı. Enver Paşa, Sarıkamış'ta gereksiz bir harekata orduyu sürüklemiş ve 90 bin askerimizin telef olmasına neden olmuştu. Maceracı, hayalperest ve diktatörlük heveslisi biriydi. Sonunda savaş bitince hepsi ülkeyi perişan halde bırakıp Almanya'ya kaçtı'. vb.vs...
Büyük bir imparatorluğu kaybetmiş olmanın nedenlerini, ekonomi politik boyutlarını, felsefesini, jeopolitiğini, psikolojisini, sosyolojisini düşünmeyen, analiz etmeyen ve her kötülüğü kişilere, gruplara, iç ve dış güçlere, ya da aynı anlama gelmek üzere kadere bağlayan bakış açısının en somut ve uç örneği, bu konudaki ittifakla sergileniyordu. Eh, bu kadar kesin bir icma olduğuna göre, bizlere de ezberleri tekrarlamak düşüyordu.
Enver bey, eğer büyüdükçe Türkiye küçülmeseydi, yani başta devletlü elit olmak üzere, memleketin hemen bütün son elli yıllık aydınları, bürokratları, işadamları, alimleri ve siyasetçilerinin, örgüt ve cemaatlarının, abi ve üstatlarının, şef ve önderlerinin çoğunun gözlerimizde büyüttüğümüz küçük kişilikler ve varlıklar olduğunu öğrenmeseydik, yaşanan bütün çatışma ve mücadelelerin esasta yenilgi travması ve yükselme arzusunun sahte dışavurumları olduğuna dair bir kanaat oluşmasaydı, sizlerle ilgili bu ezberleri sorgulama çabasına girmeyecektik. Ne var ki, bir toplu yalanlar ülkesinde yaşıyoruz ve herkes tayin edilmiş roller ve güdülenen misyonlar üzerinden sahici olmayan toplumsallığın sürdürülmesinde anlaşmış durumda. Demem o ki, şu İttihatçı düşmanlığı konusundaki örtük ittifak, bir çok şeyi deşifre edecek kriminal bir suçüstü malzemesine benziyor. Enver Bey, önce hikayeni özetlemem gerekiyor:Şevket Süreyya'nın ifadesiyle "Başka türlü bir ülkenin, başka türlü bir neslin, başka türlü bir insanı" olarak 1908'de Makedonya dağlarında 'Kahraman-ı Hürriyet' olarak yıldızlaşan serüvenin, 4 Ağustos 1922'de, Türkistan'da Pamir dağları eteklerindeki Çegan tepesinde Ruslarla yiğitçe döğüşerek bitiyor. Altıyüzlıllık bir mutlak otorite olarak 'Devlet'in dışında ortaya çıkan ilk politik irade olarak Jöntürk hareketinin anlamlı bir iktidar aracına dönüşmesi, 1906 kongresinde sen ve arkadaşlarının katılımıyla söz konusu olmuştu. Saray içi paşalar çekişmesinin ya da batılı ülke konsolosluklarının kullanmaya çalıştığı bir aydın muhalefeti durumundaki Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetinin, çapının çok ötesinde etkili olan bir siyasal partiye dönüşmesi asker olarak senin, sivil olarakta Talat paşanın sayesinde mümkün olmuştu. Aslında Devlete, yani Abdulhamit İstibdatına karşı Asker-Sivil aydın İttifakının 1908'de hürriyet, anayasa ve meclis talebiyle kazandığı zafer, bu siyasal değişimin dışında belki de Devletin millet tarafından temellük edilmesi boyutuyla çok daha önemli bir dönüşümü sağlamıştı.
Timur istilası ve Şah İsmail olaylarından dolayı 'Anadolu' ve diğer 'Çevre'sine kendisini kapatan ve 'devşirme' elitlere teslim olan Devlet Cihazının, yeniden millete açılmasıydı söz konusu olan. Bu sürece yol açan esas saik ise, yaklaştığı iyice belirginleşen büyük çöküntünün harekete geçirdiği saklı dinamikler ve reflekslerdi. Devletin ve milletin içindeki dağınık ve küskün sağduyu, çöküşün ayak seslerini hissedince sahnede olan en örgütlü ve dinamik bir harekete el atıp yeniden kurgulayarak sürece el koymuştu. İttihat Terakki hareketi, en genel anlamda çok cepheli ve çok vecheli yapısıyla işte bu iradenin adıdır. Batı'da sınıf ve mezhep savaşları içinde kanlı bir şekilde gerçekleşen elit dönüşümü, bizde Jöntürk hareketi üzerinden daha az maliyetle sağlanmıştı. Kaçınılmaz olduğu bugün de teslim edilen son'umuz eğer Endülüs gibi olmadıysa, bunu abartılı evhamıyla istibdata başvurmuş olsa da II.Abdulhamit'e ve onunla bir tür oydaşmalı çatışma içinde büyüyerek olgunlaşan İttihat Terakki hareketine borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz. Tabii ki bize özgü eksiklik ve yanlışlıkları unutmadan.
Mesela, bugün, çöküşün başlangıcının İngiltere ile Rusya'nın Osmanlıyı parçalama konusunda anlaşması olduğunu biliyoruz. Modern diplomasinin İngiltere-Rusya ve Almanya-Fransa arasındaki ilişkiler ekseninde şekillendiği göz önüne alınırsa, bu ilişkilerden birinin savaşa dönüşmesiyle Avrupa'nın, barışa dönüşmesiyle üçüncü bir ülkenin parçalanması ya da felaketi söz konusu olmuş. Emperyalist paylaşım olarak tanımlanan son iki yüz yıllık savaşların bütün özeti bu. Osmanlı İmparatorluğu tüm bu dönem boyunca denge oyunları ile beladan uzak kalmak telaşından yorgun düşerek tükenmiş. Ne genel anlamda 'paylaşım'ın ekonomi politiği ve modernleşmenin tarihsel manası, ne de özel olarak, 1900'lü yılların başında sanayi ve savaş için kullanım değeri keşfedilen ve büyük ölçüde Osmanlı topraklarında bulunan petrol'ün politik değeri Osmanlı devlet aklı'nda karşılık bulamamış. Bütün iktidarı sarayda toplayan ve kendini hem halkına hem dünyaya kapatarak totolojik bir kıskaca hapseden Devlet, okuma yazma öğrenen ve batı ile tanışan genç aydınların itirazlarının karakterini dahi sınırlamış. Öyle ki Mithat Paşa, özgün ve aydın kişiliğiyle hariç tutulursa, Namık Kemal'den Ahmet Rıza'ya, Talat Paşa'dan Enver Paşa'ya kadar tüm yeni Osmanlı Jöntürk-İttihatçı kadroların muhalefet ufku, biraz Fransız Pozitivist milliyetçiliği biraz da Balkan komitacılarından mülhem siyasallık içeren eklektik bir idealizmden ibaretti.
Devletin ve vatanın birliği, güvenliği, güçlenmesi, yenilenmesi, ortak amaçtı. Ama bunun- hemen hiçbirinin içeriği hakkında etraflıca malumat sahibi olmadığı-Kanun-i Esasi'nin ilanıyla sihirli bir şekilde gerçekleşeceğine inanılıyordu. 'Devlet'in, batılı büyük devletlerin insafına esir düştüğü bir vasatta, İttihat Terakki'nin tecrübesiz ama idealist, sert ama rasyonel müdahalesine teslim olması kaçınılmazdı. Devlet aklının son temsilcisi olarak II.Abdulhamit'in düvel-i muazzama'ya dönük ana siyaseti, yani Almanya ile ötekileri dengelemek, İttihat Terakkinin de kaçınılmaz çizgisiydi. Bu manada Abdulhamit'i tahttan indirenler, sadece onun yerine geçti ve kaçınılmaz son'un yokoluş olmasını engelleyecek bir görkemli direniş örgütledi. Çünkü tarihte geç kalmışlığın askeri olmayan nedenleri, askeri bir tarım imparatorluğunun üzerine çökerek felç etmişti. Bu koşullarda yapılabilecek olan en anlamlı şey, II.Abdulhamit'le başlayıp Mustafa Kemal'le noktalanan dönem boyunca yapılmış olandı; yani çöküşü düşmana pahalıya ödetmek ve elde tutulabilecek olanı sonuna kadar tutmak. II. Abdulhamit ve Enver, pahalı ödetilen bir bedel yarattı ve bu sayede Mustafa Kemal, elde kalan üzerinden yeni bir sayfa açtı.
Bütün bu objektif şartların içinde Enver'in ve İttihatçı önderliğin 'günahları'nı bulup çıkarmak ve tüm olan biteni onların sırtına yıkmak, sadece vefasızlık değil, bugünde gerekli olan bir iradenin boğulması manasına geliyor. Vefasızlık, çünkü bütün hayatlarını çöküşü engellemek için harcayan ve karşılığında ne maddi ne de manevi olarak 'hiçbir şey' almayan bir kuşağın şahsında bizatihi adanmışlık, fedakarlık, cesaret, haysiyet ve savaşkanlık mahkum ediliyor..
Enver Bey,İsmet İnönü hatıralarında senin için diyor ki; "Enver Şaşa, şahsi meziyetleri ile iyi bir asker, iyi bir subay, iyi bir insan olarak, toplumun kusur olarak bildiği unsurlardan, insanın tasavvur edemeyeceği kadar nasibi olmayan bir tiptir. Asker vasıfları bakımından vazife sever, çalışkan ve korku nedir bilmez müstesna kahraman olarak, askerliğin aradığı ölçülerin en yukarı seviyesinde yer almıştır".Şevket Süreyya Aydemir, senin baş döndürücü yaşam öykünü anlattığı üç ciltlik eseri boyunca, satır aralarına serpiştirdiği Almancılık, maceracılık ve tek adam olma hevesi dışında, hayranlıkla bahseder. Balkanlarda Çete Savaşları, Hürriyet için dağa çıkış, Berlin ateşe militerliği, 31 Mart olayı vesilesiyle dönüp Hareket ordusu Kurmay başkanlığını devralış, isyanı en ön saflarda çarpışarak bastırma, 1911 Trablusgarb işgali üzerine gönüllü toplayarak gizlice Kuzey Afrika'ya gitme, 1913'te Edirne işgal edilince İngiliz yanlısı Sadrazam Kamil Paşa'nın "verelim kurtulalım" siyasetine karşı Babıali'yi basarak ittihat Terakki hükümeti kurma, Edirne'nin geri alınışı, 1.Dünya Savaşı, Sarıkamış, Çanakkale, cephelerinde ön saflarda çarpışmalar, 1918 Mondros mütarekesi sonrası bir Alman denizaltısıyla Karadeniz üzerinden Berlin'e giderken yolda arkadaşlarını gizlice terk edip Kafkasya'ya gitme girişimi, biri denizde iki defa da uçak düşmesi sonucu havada üç önemli kazayı atlatarak Berlin'e geri dönüş. Orada Rus bolşevik yetkililerle temas. İngiltere'ye karşı Anadolu, İran, Afganistan, Hindistan, Kafkasya ve Orta Asya da direnişleri sürdürmek amacıyla ortak planlar, projeler, eylemler.... 1921'de Bolşeviklerin İngilizlerle anlaşması üzerine Türkistan'a geçerek bu kez Ruslara karşı Basmacı isyanını örgütleme. Türkistan'daki en güçlü aşiret liderinin Ruslarla anlaşması üzerine direnişin zayıflaması ve Kurban bayramının ikinci günü uğranılan bir baskın sırasında en önde düşmanın üzerine atılarak intihar gibi şehadete nail olma.
İttihat Terakki önderliğinin kararıyla sarayda etkili olmak maksadıyla kotarılan Padişahın kızı Naciye Sultanla 'mantık' evliliği. Evlendikten sonra başlayan tutkulu aşk. Hem davaya hem aşkına ölümüne bağlılık ve sadakat. Ortalama 'Osmanlı' kişiliği; muhafazakar bir dünya görüşü, müslümanca bir ahlak, mümince bir tevekkül, düşmanlarının bile teslim ettiği savaşcılık, teşkilatçılık, cesaret ve ataklık. Halifeliğe, osmanlılığa ve İslama sarsılmaz bağlılık temelinde müslüman toplumların emperyalizme karşı ayaklandırılması maksadına matuf İslamcılık. Turancı ve Türkçü olmayan yani ırk temelinde hayali bir birlik içermeyen ama bütün müslüman Türk toplulukların bağımsızlığını kazanmasını amaçlayan Türkistan perspektifi. Büyük bir ufuk, geniş bir vizyon, sınırsız ve sonsuz bir harita......
Enver Bey, sana dönük en yaygın suçlama, Almancılıktı. Çaresizliğin ve zorunlulukların dayattığı Alman ittifakından azami fayda çıkarmaya çalışman dahi soğuk savaş döneminde aşina olduğumuz 'uşaklık' ve 'kullanılma' geleneği ile karşılaştırarak yorumlayanlar olsa da, Enver'in Alman yanlılığı ile, bugünkü Amerikancılık ya da Avrupacılık türleriyle kıyaslanmaz bir fark vardır. Enver, önce ve sadece Osmanlıcıdır. Almanya o gün için her açıdan hem en güçlü, hem Osmanlı'nın parçalanmasını çıkarlarına uygun görmeyen, hem de ittifaka razı olan tek güçtür. Osmanlıyı parçalamaya karar verenlere karşı bu en güçlü müttefikle yapılan kader birliği ile, sahte dış düşman paranoyaları yaratarak Türkiye'yi tepeden tırnağa başka dış güçlere bağlayan bugünkü sözde ittifak tarzı hiçbir şekilde kıyaslanamaz. Ayrıca, savaş boyunca Almanya'nın Osmanlı'ya dönük gizli niyetleri daima gözetim altında tutulmuş ve yer yer kopma noktasına dahi gelinmiştir. Mesela savaşın hemen başlangıcın da kapitülasyonların kaldırılmasına Almanya çok sert tepki göstermiş, Filistin ve Irak'ta Alman komutası ile ciddi krizler yaşanmış, kafkaslarda petrol bölgelerinin kontrolü üzerine Almanlarla sıcak çatışmanın eşiğine gelinmiştir. Yine İsmet İnönü'den dinleyelim: "Enver Paşa'nın Alman askeri heyetiyle münasabetlerinde, Almanlara tamamiyle tabi olduğu söylenemez. Bilakis, Almanlar ondan daima çekinir ve onu memnun etmeye çalışırlardı. Ancak, kendisi zayıfladıkça, askeri kabiliyetlerinin ve vasıtalarının mahdut olduğunu anlamaya, öğrenmeye başladıktan sonra, nihayet Alman sevk ve idaresinin bir vasıtası haline gelmesi zaruri olmuştur".
En önemlisi yine 'Soğuk Savaş' alışkanlığı olarak batıya bağımlı Türkiye gerçeğinden hareketle, gerek Almanlarla İttifakta, gerek Orta Asya serüveninde, hatta mason ve diğer beynelminel teşkilatlarla ilişkilerde, daima tek yönlü ve aleyhimize komplolar aramak, kullanıldığımızdan dem vurmak, hiç aksini düşünmemek kendine güvensizliğin ürünü kalıcı bir ortak özellik durumundadır. Oysa, bu ülkeye, vatana ve millete sonuna kadar bağlı oldukları hayatlarının sonuna kadar verdikleri mücadele ile sabit kadroların birileri tarafından kullanılmış olmaları ne kadar mümkündür? İnsafsızlık o boyuttadır ki, Osmanlı'yı kurtarmak için ölümüne kavgaya tutuşanlara Osmanlıyı yıktılar denmiş, mason localarından, devletlerarası çelişkilere, saraydan babıali'ye, tarikatlardan meyhanelere kadar ne varsa onu bu dava için kullanmaya çalışmanın, hatta örneği olmadığı kadar bunu başarmış olmanın gerisindeki bir büyük direnme azmine sürekli çamur atılmıştır.
Çünkü onlar artık yoktur ve onların davalarını güdecek bütün objektif koşullar teker teker temizlenmiştir. Britanya ve Fransa, ABD ve Almanya, Rusya ve İtalya, hepsi, hepsine karşı durmasını bilmiş ve doğunun haysiyetini büyük bedeller ödeterek savunmuş bir iradenin tekrar başlarına bela olmaması için gerekli her yalanı tarihe not etmiştir. Çünkü onlar yenilmiştir ve yenilenler haklı, doğru, güçlü, muktedir olamaz. Tarih, yenenlerin lehine yazılır ve ayakta kalanlar ölenleri suçlar. Hiç kimse de gerçeği merak etmez. Artık dışarıda kazanan İngiltere'nin, içerde ise İttihatçıların tasfiyesi sonrası egemen olanların kendilerine yonttukları bir tarih vardır. Artık 'Enver' deyince "Sarıkamışta 90 bin asker" yalanı tekrarlanır. Gerçekte 26 bin askerimiz şehit olmuştur ve bunun sorumlusu Enver ya da başkası değil, Savaşın acımasız gerçekliğidir. Çanakkale, zaferle bittiği için orada 250 bin şehidden gururla bahsedilir. Ama 'Sarıkamış''ta soğuk ve hastalığa yenilip kayıp verince, herkes abartılı rakamlarla ve askeri strateji uzmanı edasıyla yalanlara sarılır. İşin ilginci şudur: 1908 den beri başta Londra olmak üzere tüm batı basını daima İttihatçıların dinsiz, mason olduğuna ve yahudi dönmeleri tarafından yönetildiğine dair yayın yapar. Gerçekte, İttihatçılar, bugün Anglo-Saksonların yaptığını o gün yapmakta ve batıda sürekli dışlanan Yahudi gücünü ve kendine uluslar arası etkinlik arayan mason teşekküllerin imkanlarını sonuna kadar ve tamamen kendi lehlerinde değerlendirmişlerdir. Bu değerlendirmede Osmanlı ve İttihatçılar aleyhine tek bir adım atıldığı ve onların maksatlarına hizmet edildiğine dair tek bir örnek yoktur. II. Abdulhamit'in ha'l edilişi sırasında nezaket gereği İttihatçı liderlerin gitmemesi üzerine seçilen dört kişiden ikisinin gayrı Müslim, birinin dönme olduğundan hareketle bu olaydan sembolik manalar çıkartanların zorlama yorumları sözkonusudur. Kaldı ki, Yahudilik, dönmelik ve masonluk, hem bugünkü güç, mana ve misyonunu henüz ulaşmış değildi, hem de Tanzimattan beri Türkiye'nin batıyla ilişkilerinin hemen tek vasıtaları durumundaydı. Bugünden geriye dönüp kötü adamlar efsanesi yaratmak gerekince bu kara propoganda malzemeleriyle sağ-muhafazakar zihinleri yemlemek için meşhur yalanlar icat etmek, zaaf noktaları üzerinde çalışmak işe yarıyor. Özellikle Enver Paşa aleyhine yayınlar, bugün Usame Bin Laden ya da Saddam haberlerine çok benzemektedir. Ancak Enver paşa, ne Usamedir, nede Saddam, o sadece ülkesine ve haysiyetine dönük açık bir emperyalist savaşa karşı var gücüyle döğüşmektedir.
Öte yandan Arap dünyasına yönelik olarak ta, Türklerin din değiştirdiğinden başlayıp, İngilizlerin topluca müslüman olacağına kadar başka bir propaganda yürütülür. Mesela İbn Arabi'nin kayıp bir kitabı bulunmuştur ve bu kitapta ahir zamanda gelecek olan 'Ennebi' den bahsedilmektedir. Tesadüf odur ki, Mısırdaki İngiliz işgal kuvvetleri komutanının ismi de 'Alenby'dir. Yani mehdi, İngilizler, deccal ittihatçılardır! Bunu gibi, Arap dünyasında Türkler aleyhine, Türkiyede de ittihatçılar aleyhine oldukça cehalete hitap eden yaratıcı propogandalar yürütülmüştür.
Sonuçta İttihatçı önderler, ya Talat, Cemal, Sait Halim Paşalar gibi, İngilizlerin organizasyonuyla Ermeni tetikçilere vurdurtulmuş ya da Enver Paşa gibi, İngilizlerin Bolşevik Rusya ile anlaşması sonucu tasfiye edilmiştir.Türkiye Cumhuriyeti devleti'nin kuruluş sürecinde, gerek içerde gerekse de dışarıda İttihatçılar ısrarlı bir takip sonucu teker teker tasfiye edilmişlerdir. Sanki bir el, 1926 İzmir suikastı davasındaki idamlara kadar, İttihatçılığın tasfiyesini diğer bazı örtülü şartlar gibi, varlık ve bekamızın şartı olarak dayatmış gibidir.
İttihatçılar aleyhine bolca varolan Batı kaynaklı propaganda ve dezenformasyon malzemesinin, 1950'lerden itibaren sol ve özellikle islamcı-milliyetci çevrelerin ezbere tekrarı haline gelmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur.Enver'i ve İttihatçıları unutmak, hatırlayınca da İngiliz yavelerini ezberden sıralamak, Türk sağının mayalandığı ve kodlandığı dönemi, sağa yapılan aşıyı, biçilen misyonu, çizilen sınırları anlamamız için elverişli bir ölçü sunar. Enver'e ve İttihatçılara küfür edilecektir. Hürriyet ve İtilaf, Ahrar gibi Anglofil(İngilizci) karışık partiler övülecek, prens Sabahattin, Sait Halim Paşa, Mehmet Akif gibi ittihatçılar ittihatçılıklarından özenle ayrıştırılarak sahiplenilecektir. Asker-sivil aydın ittifakı sol Kemalizm'e terk edilecek ve Menderesle birlikte sonu gecekonduculuğa çıkan demagojik ve lümpen bir 'millet' populizmi üzerinden güya iktidar mücadelesi geleneği oluşacaktır.
Milletin muktedir olma davası, ülkenin refah ve kalkınma davası, Devletin milletçe temellükü davası, saltanatın kaldırılması ve Cumhurun egemenliği davası, büyük Türkiye davası, bu gayelerle alakasız hatta taban tabana zıt karakterde anomalik bir sağcılığın parantezine alınarak eritilmiştir. Sonuçta küçük esnaf ve köylülüğü oy tabanı haline getirip hep orada tutan ve metropollerde 'gecekondu' ya taşıyarak tekrar 'taban'laştıran sağ siyasetin geldiği nokta, bunu 'muhafaza' edecek bir lümpen demokratizmden başka bir şey olmamıştır.
Sol Kemalizm ise, II. Abdulhamit ve İttihatçılarla başlayan ve Mustafa Kemal'in 1930'lara kadar sürdürdüğü milli kalarak modernleşme, dindarlığı yenilikle barıştırma, mülk ve siyaseti yerlileştirme çabalarını çarpıtarak, devletle din, Orduyla dindar, din'le modernlik ve Türklükle Müslümanlığı çatışan ters devreler haline getirip aralarına da mayınlar döşeme misyonu görmüştür. Demek ki, İngilizlerle ilişkileri şaibeli sol Kemalistlerin ve Amerikalılarla ilişkileri netameli sağ-muhafazakarların İttihatçılık düşmanlığında buluşmalarında bir 'hikmet' bulunmaktadır.
Enver Bey,İmparatorluğumuz çökerken, en kalifiye kadrolarımızı kaybettiğimizi biliyoruz. İki buçuk milyon askerimizin beş yüz binini çarpışmalarda, bir buçuk milyona yakınını da hastalık, açlık ve ilaçsızlıkla kaybettik. Savaş boyunca Üç yüz bin civarında da asker kaçağımız varmış. Dört yıl boyunca 7 ayrı cephede savaşırken, yani her şeyimizi kaybetmek üzereyken kaçan bu üç yüz bin askerin çoğunlukla eşkiyalık yaptığı, yani çocuklarını ölüme gönderen sahipsiz köylülerin mallarına ve namusuna musallat olduğu biliniyor. Savaş bittikten sonra sağ kalanların içinde kaybolan bu kaçakların ve onların çocuklarının, torunlarının, kimler olduğunu merak etmemek elde değil. Tarihçiler, bu kaçakların en fazla ermeni tahciri ile 'ilgilendikleri' ve ermeni köylerine yerleştiklerini kaydediyor. Osmanlının çöküşünden suçlu arayanların, genetik bir 'suç'la tanışıklık, suçlanma ve suç örtme aşinalığı olmasın sakın?
Enver Bey, Sen'in ve sizlerin hikayesi uzun. Daha öğrenecek, konuşacak çok şey var. Şimdilik merak ettiğim birkaç hususa değinmek istedim. Bu ülkedeki anlamsız kavgaların, dışa bağımlılığın, mal ve şehvet düşkünü sağcılığın, din ve millet düşmanı solculuğun, küçük adamların, sahte kişiliklerin, aymazlık, yobazlık ve korkaklığın, yabancı devletlere olan hayranlığın, güce tapmanın, sahte dindarlığın velhasıl Osmanlıdan beri bir gram bile değişmeyen bu 'milli' hasletlerimizin yenilgi travması ve İttihatçılık düşmanlığı ile bağlarını merak ettim. Acaba travma sandığımızdan daha da derin izler bırakarak genlerimizi de mi bozmuştu? Ya da gerçek manada modernleşemeyeceğimizi içgüdüsel olarak anlayıp buna tepki olarak her şeyimizi 'bozmayı' mı seçmiştik? Batılıların bizi Anadolu'dan da süreceğine dair korkumuz, abartılı ve üretilmiş bir güçlü olma arzusu şeklinde dışa mı vuruyordu? Yoksa siz'den ders alan batılı güçler, bir daha size benzer baş belaları çıkmasın diye , tıpkıII. dünya savaşından sonra Churcill'in "Almanya'yı bela yapan Prusya'dır, bu bölgeyi Almanya'dan arındırmak ve nüfus yapısını da değiştirmek gerekir" dediği gibi, bize de 'Osmanlı damarı İttihatçılıkla direnir, bu damarı keselim'mi demişti? Yakın tarihimizin en acılı döneminde çok şeyimizi borçlu olduğumuz bir kuşağa karşı, topluca ve yalanlarla dolu kin ve düşmanlığın bu kadar benimsenmesinin manası ne olabilirdi?
Enver bey, Siz, siyaseti yüce gayeler için ve yalanlarla, parayla değil, bileğinizle, yüreğinizle, haklılığınıza yaslanarak, çile çekerek ve elinizde avucunuzda ne varsa feda ederek yapıyordunuz. Bugün bin bir türlü dengeyi gözeterek makam mevki para pul elde etmek maksadıyla siyaset yapılır oldu.Üstelik bu amaçla bir yabancı güçle iş tutmak, devletin belli odaklarından icazet almak, para sahiplerinin kanatları altına girmek gayet yaygın bir hastalık durumunda.
Siz, Doğru ya da yanlış, bir şeylere inanır ve onu sonuna kadar savunurdunuz. Bir fikriniz, bir sözünüz, bir namusunuz vardı. Öldürmenizi tabii ki tasvip etmek mümkün değil, ama gerektiğinde fikirleriniz ve inançlarınız için gözünüzü kırpmadan ölüyordunuz. Yiğitlik şanınız, mertlik karakterinizdi. Rakiplerinizin dahi karakterini geliştiren bir tesiriniz vardı.Bugün, bir şeylere inanmak değil, 'ne istediğini bilmek', 'bir şeyler elde etmek', 'pazarlığı ve hesabı bilmek' revaçta. İhtirasların ve arzuların şehveti hayatımızı esir aldı. Zalimlerin ve ayaktakımının ahlakı bütün ülkeyi işgal etmiş durumda.
Siz, o yoksulluk, çaresizlik, imkansızlık günlerinde, yurtdışına adam gönderir, örgütler kurardınız, yabancı elçiliklerle görüşür oyun çevirirdiniz, uzak diyarlarda isyanlar çıkartır düşmanı oyalardınız. Oğlun Ali, 1940'larda Londra'da öğrenim görürken, Londra büyükelçimizin aracılığıyla Churcill'le görüştüğünde Churcill ona, "Senin baban benim siyasi kariyerimi yirmi yıl erteledi" demiş. Sizin görkemli savaşlarınız, o zaman İngiltere de, Rusya da, Fransa da, İtalya da iktidar ve hükümet değişimlerine neden olmuştu.Bugün ise, ülkemiz bütün istihbarat örgütleri ve örtülü operasyonların laboratuarı durumunda. Okumaya gönderdiğimiz çocuklarımız ya buradaki zulümlerden bıkıp bir daha dönmez oluyor veya 'iyi ilişkiler' kurabilmişse paraşütle dönüyor.
Siz, Iraktaki İngiliz işgaline, kanal harekatı, Filistin direnişi, Kut-ul amere zaferi ve Medine müdafaası ile cevap vermiştiniz.Biz bugün Amerikanın Irak işgaline neresinden ve nasıl katılacağımızı, karşılığında ne elde edebileceğimizi tartışır olmuşuz.
Siz, çürümüş bir hanedanlığın, tükenmiş bir İmparatorluğun, cehalet ve yoksullukla malul bir milletin çocuklarıydınız. Bin bir imkansızlık, karmaşa ve devletler oyunu içinde büyüyüp çöküşü durdurmak için sonuna kadar ve yiğitçe döğüştünüz.Biz, Hasan öğretmenlerin yetiştirdiği çocuklarız. Büyüdükçe tanıyoruz, anlıyoruz her şeyi. Çocukluk masalları, yalanlar, artık anlamsız. Bizi büyütecek ve büyüdükce kavrayacağımız gerçeklerimizle yüzleşmeye çalışıyoruz. Hz. Peygamberlerin Uhud Savaşında, geçici bir üstünlüğü zafer zannedip ganimet paylaşmaya koşanlarla, Beni Ümeyye'nin şefleri gibi, halkına zulmetmeyi meslek edinmiş "asker kaçaklarının torunlarının" arasında süren, Amerika ve İngiltere'ye kim distrübütörlük yapacak kavgasını şimdilik seyrediyoruz.
Enver Bey, sen Türk'tün. Kuşcubaşı Çerkez, Abdülkadir kürt, Akif Arnavut, Sait Halim Araptı. Talat Masondu, Cavit bey dönme. Savaşa kadar, Ermeni, Rum, Suryani, İranlı, Azeri, Bulgar, Gürcü dostlarınız, müttefikleriniz, taraftarlarınız da vardı. Hepiniz, hep birlikteydiniz. Bütün Osmanlı'nın, bütün Avrasya'nın, bütün Doğu'nun direnme ve dayanma çabasıydınız. Ama maalesef, başaramadınız.Sizden Sonra Ruslar, sizin çabanızı, Rus merkezli ve Sosyalizm görünümüyle denediler. Onlar da uzun bir denemeden sonra başaramadılar. Misyon hala boşlukta. Emperyalizm kazanmaya, biz yenilmeye devam ediyoruz. Devletimiz tam bir kuşatma altında, işi kartlı kurtlu filmler çevirmeye kadar dağıtmış durumda. Milletimiz, artık her şeyi boşlamış, gündelik dertleri dışında herhangi bir şeyle meşgul olmak, hatta düşünmek, tartışmak, yorulmak istemiyor. Aydınlarımızın bir kısmı iktidar yağcılığı, bir kısmı rejim bekçiliği, bir kısmı da tanzimatçı şaklabanlıklar yapıyor. Sermaye sahiplerimiz henüz 'burjuva' bilinci ve seçkinliğine sahip değil. Yabancı sermaye acentalığı ile devleti soyma uğraşı yanında bu işler biraz fantezi geliyor onlara. Durum, sandığımızdan da kötü aslında.
Yaşasaydın hemen durumdan vazife çıkarırdın biliyorum. Burada bir şey daha eklemem gerek; Enver deyince aklına hemen yayılmacılık ve macera gelenler, senin hiçte macera olmayan ve sadece savaşı tüm Asya'ya yayarak Anadolu'yu rahatlatan bir savunma hattı örmeye çalıştığını unutuyorlar. Üstelik, lazım olduğunda da neo Osmanlıcılık , bölgede etkili olmak, Musul- Kerkük hikayeleri üzerinden seni çağrıştıracak sözde emperyal ajitasyonlar çekiyorlar. Oysa Enver, evvela soylu bir savunma ve kararlı bir varolma davasıdır. Enverizm, bir emperyal vizyondur ama bu vizyon bir yayılma değil, dağılmama, en azından yenilmeme iradesi ile sınırlıdır. Bu nedenle Enver ve İttihatçılık, önce içerde toparlanmanın, sağlam durmanın, dayanmanın ve yenilenmenin adıdır. Bu iradeyle, bütün iç sorunlarımızı çözecek ve dışa bağımlılığı asgariye indirecek Milli demokratik bir restorasyondur Enverizm.. Emperyal hevesler ise dış güçlerin gazıyla değil, yine savunma amaçlı ve mazlum milletlerin dayanışması temelinde birlik ve ittifaklar olarak rasyonel bir büyüme stratejisinin doğal sonucu olabilir ancak.İşte bunun için İttihatçılıkla, yani o kendine güven, haysiyet, vatanseverlik ve cesaretle tanışma ve barışmamız gerekir diyoruz. İşte bu maksatla kürdünü de, dindarını da, batıcısını da, solcusunu da liberalini de içinde toplayan bir üst cephe iradesi olarak İttihat Terakki üzerinde yeniden düşünelim diyoruz.
İşte bu manada Enver diyoruz. Şehit na'şının cebinden bir büyük harita, bir kuran-ı kerim, yarım kalmış bir mektup ve birkaç kuruş para çıkan Enver.
Yaşadığımız kabusun şifreleri dışında geriye hiç bir şey bırakmayan; bir komutan, bir devlet adamı, bir eş, bir insan nasıl olurmuş düşmanına bile ispat eden, bir yalnız ama büyük adam. Hasan öğretmen doğru söylemiş, Şu küçük kafalar ve küçültülmüş ülke garip ülke, bir gün büyüyünce anlayacak seni..Hûda'nın birliğine emanet ol..

ENVER PASA